BAŞARISIZ DEVLET TEORİSİ VE LÜBNAN ÖRNEĞİ


 

            Başarısız devlet tanımlaması ilk olarak Avrupa ve Batılı ülkeler tarafından kullanılmıştır. Başarısız devlet tanımlamasına, başarılı devletin içerdiği sabit, evrensel standart üzerine kurulmuş devlet/başarısız devlet dikotomisinin oluşturulması sonucu ulaşılmıştır. Batılı devletler, örnek oluşturan başarı standartlarını temsil eden devletlerdir. Oryantalist bakış açısının başarısız devletin tanımlamasında belirleyici etken olduğu görülmektedir. Genel olarak bakıldığında Orta doğu ve Afrika’da başarısız devlet olarak adlandırılan ülkelerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. Bunun nedeni ise bu devletlerin geçmiş dönemlerde büyük ülkelerin sömürgesi durumunda olmalarından kaynaklanmaktadır. Sömürgeci devletler himayesi altında olan ülkelerin ekonomik olarak gelişmesini engellemiş ve kaynaklarına el koymuştur. Siyasal gelişim olarak da sömürgeci devletlerin etkisi altında kalmışlardır. Bu nedenle bağımsızlıklarını kazandıktan sonra kendi egemenliklerini ülkede kuramamışlar ve başarısız devlet konumuna düşmüşlerdir. Sömürgeci devletlerin etkileri bu kadar ile sınırlı kalmamış aynı zamanda toplum içinde siyasal ve ekonomik sorunlara neden olmuştur. Güvenliğin de sağlanmasına engel olmuştur. Başarısız devlet olarak belirlenen ülkelerden biri olan Lübnan bu çalışmada ele alınmıştır.



BİRİNCİ BÖLÜM

 

  1. DEVLET KAVRAMI
    • Devlet Kavramının Tanımı

            Devlet kavramı sosyal bilimler açısından en fazla tartışılan ve üzerinde durulan konulardan biri olmuştur. Devlet kavramının kesin bir tanımı olmamakla birlikte, bu kavram üzerine birçok tanımlama geliştirilmiştir. Antik Çağ döneminde bu kavrama yönelik ilk tanımlama yapılmıştır. Günümüze kadar beş ayrı tanımlama yapılmıştır. Her tanımlamada devlet kavramının farklı yönünü vurgulanmıştır. Bunlar; (Kapani, 2004: 44)

 

  • Daha çok hukukçuların kullandığı hukuki tanım,
  • Tarihçiler tarafından geliştirilen tarihi tanım
  • Sosyolojik tanım
  • Siyasal tanım
  • Felsefi ve normatif tanım

            Devlet kavramının sözlük anlamı “toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet ve milletler topluluğunun oluşturmuş olduğu tüzel varlık; bu tüzel varlığın yönetim organları” şeklindedir (TDK). M.Ö. 3000’li yıllardan itibaren devlet tanımlamasına uyan ilk siyasal topluluklar ortaya çıkmaya başlamıştır. M.Ö. 3000 yılında kurulan Sümerlilerden sonra Babil, Hint, Roma ve Çin devletleri kurulmuştur. İlk kurulan devletler şehir devleti olarak kurulurken, ilerleyen yıllarda ortaya çıkan devletler farklı şekillerde oluşmuştur. Feodal beylikler zamanla mutlak krallıklara dönüşmüş ve sonunda modern ulus devletleri ortaya çıkmıştır. Devlet birçok dal tarafından ele alınan bir konu olmuştur. Birçok bilim dalı bu kavram üzerine çalışmalar yapmış ve her dönemde tartışmalara konu olmuştur. Çok önemli bir filozof ve aynı zamanda devlet adamı olan ve M.Ö. 551-479 yılları arasında yaşayan Konfüçyüs, iyi devletin nasıl olacağı üzerinde durmuştur. Ona göre halk yasalar ile yönetilerek gerekli durumlarda cezaların uygulanması ile düzenin sağlanabileceğini ifade etmiştir. Halk kadar hükümdarın da doğru davranışlarda bulunması gerektiğini savunmuş böylece emir olmadan da işlerin kendiliğinden yürüyeceğini ifade etmiştir. Ona göre bir ülke iyi insanlar tarafından yönetiliyor ise ilerleyen yıllarda kötü şeyler olmayacak ve cezalara da gerek kalmayacaktır. Konfüçyüs’e göre bir ülke yöneticisi davranışları ile halkına örnek olmalı aynı zamanda yol göstermelidir (Arslanbenzer, 2000: 19).

 

            Batı toplumlarında ise devlet üzerine ilk söylemler Sokrates ve Platon ile başlamıştır. Platon tarafından ele alınan “Devlet” adlı eser devlet kavramına yönelik en önemli eser olmaktadır. Platon “Devlet” adlı eserinden sonra ele almış olduğu “Yasalar” adlı eserinde ise devleti üç ayrı sınıfa ayırarak incelemektedir. Bunlar; Köleler, yabancılar ve yurttaşlardır. Platon’a göre devletlerin temel amacı halkın bekasını ve refahını sağlamaktır. Devletin en önemli görevi halk arasında ki adaleti sağlamaktır. Platon’a göre insanlar temel amaçlarını karşılamak üzere bir araya gelmişler ve devleti oluşturmuşlardır. Birçok temel ihtiyaçların tek başına karşılanması zor olduğu için birbirlerini ihtiyaç duymuş ve bir araya gelmişlerdir. Yine Platon’a göre devletleri yönetmenin en etkili yolu monarşi ya da aristokrasidir. Birçok yönetim biçimi ortaya koyan Platon, en iyi yönetim şeklinden en kötü yönetim şekline göre bir sınıflandırma yapmaktadır. Monarşinin en iyi Tiranlığın ise en kötü yönetim şekli olduğunu öne süren Platon’un yönetim şekli sınıflandırması şu şekildedir; (Platon, 1988: 56)

 

  • Monarşi
  • Timokrasi
  • Oligarşi
  • Demokrasi
  • Tiranlık (Despotluk)

 

            Platon’un devlet anlayışından etkilenen İslam bilgini Farabi devlet üzerine yazdığı “El Medinetü’l Fazıla” eserinde faziletli bir şehrin liderinde olması gereken önemli vasıfları açıklamaktadır. Farabi’ye göre bir liderin, “vücudunun tam olması, kavrayışının güçlü olması, hafızasının iyi olması, uyanık ve zeki olması, güzel konuşabilmesi, öğrenmeyi ve öğretmeyi sevmesi, yemeye, içmeye ve kadınlara düşkün olması doğruyu sevip yalandan nefret etmesi, paraya pula değer vermemesi, adaletli olması, ılımlı olması, azimli ve iradeli olması” gerekir. Farabi liderin erdemli ve bilgili olmasının gerekliliğine vurgu yapmaktadır (Pehlivan, 2010: 144).

 

       1648 yılında imzalanan Westphalia Antlaşması modern ulus devletlerin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. 1618-1648 yıllarında yaşanan Otuz Yıl savaşları bu antlaşma ile son bulmuştur. 20. Yüzyıl itibari ile devletler ve devletler arası ilişkilerin incelenmesi yoğunluk kazanmıştır. Bunun sonucunda da uluslararası ilişkiler disiplini ortaya çıkmıştır. Bu disiplin devlet konusuna ağırlık vermiştir. Fakat tam bir devlet teorisi ortaya konulmamıştır.  (Özlük, 2006: 33).

 

              Siyaset ve hukuk alanlarında devleti genellikle üç unsur üzerinden tanımlaması yapılmaktadır (Çetin, 2003: 67).

  1. Bir insan topluluğu: devletin en önemli ve kurucu öğesidir.
  2. Bir ülke: devletin sahip olduğu kara ya da deniz kısaca coğrafyadır.
  • Siyasal yönetim (egemenlik): ülkede hakîm olan kamu otoritesidir.

 

  • Devlet Yönetmenin Asıl Kaynağı “Meşruiyet”

                          Meşruiyet kavramının sözlük anlamı gerçekleşen fiil ya da davranışların toplum tarafından kabul edilebileceği yasal, etik ve akılcı nedenlere dayandırılmasıdır. Bir ülkede yer alan siyasî iktidarın halkı kuşatarak toplumsal düzeni sağlaması için meşruiyet gereklidir. Devleti ve devletin varlık nedenini meşruiyet açıklamaktadır. Meşruiyet, halk ve devlet arasındaki ilişkiye dayanmakta ve modern devletin en önemli ögesidir.

 

           Meşruiyetin bulunduğu devletlerde iktidar halk üzerinde meşru olarak bir otorite kurma yetkisini elde eder. Meşruiyet kavramının temeli Max Weber’e dayanmaktadır. Weber tarafından ortaya atılan meşru otorite teriminde meşruluk yönetilen kesimin yönetene karşı duyduğu inanca dayandırılmaktadır. Weber’e göre ülke de meşruluk üç kaynaktan oluşmaktadır. Bunlar; (Çam, 1999: 352)

 

  • Geleneksel otorite
  • Hukuki otorite
  • Karizmatik otorite şeklindedir.

                       Geleneksel otoritede geçmişten gelen ve artık toplum tarafından kabul edilen gelenek ve inançlar doğrultusunda oluşturulan meşruiyet söz konusudur. Hukuki otoritede meşruluk herkes için kabul edilen kurallar doğrultusunda iktidarın kullanılması ve yönetilmesi ile oluşmaktadır. Karizmatik otorite ise iktidarda bulunan kişinin kişiliği ve niteliğine bağlı olarak ortaya çıkan meşruiyettir. Modern ulus devletlerinde kullanılan otorite hukuki yasal otoritedir. Meşruiyet halk ve iktidar arasında ki ilişkileri düzenleyen ilke ve kurallar olarak ele alındığından meşruiyetin en çok tartışılan konulardan olması toplumsal ve siyasal sorunlara neden olmaktadır. Tartışılan sadece iktidarda bulunan kişilerin meşruiyeti değildir. Aynı zamanda devletlerin de meşruiyeti tartışılmaktadır. Eğer ki devlet halkı tarafından meşru olarak görülmüyorsa bu durum ülke içinde ki kargaşa ve iç savaşlara neden olacaktır (Bingöl, 2016: 132).


 


  • Devletin Kurumsal Kapasitesi ve Faaliyetleri

 

             Kamu hizmetlerinin sağlıklı bir şekilde sunularak hizmet verilmesi devletlerin kurumsal kapasitelerinin temel amacıdır. Devletlerin yönetim şekillerinin en önemli etmenlerini kurumlar arasında ki ilişkiler ve merkez teşkilatı ile taşra teşkilatı arasında ki etkileşim oluşturmaktadır. Toplulukların uzun bir süre varlıklarını koruyabilmeleri için aralarında ki uyum ve düzenin sağlanması gerekmektedir. Söz konusu uyum ve düzenin sağlanabilmesi için ve toplulukların devamlılıklarının sağlanabilmesi için sosyal düzen örgütlenmesi oluşturulmuştur. Kısa sürede meydana gelmesi mümkün olmayan sosyal düzenin yavaş olarak değişmesi de mümkün olabilmektedir. Aniden değişimlerin yaşanması ya da sosyal düzenin aniden değiştirilmesi yeni bir sosyal düzeni ortaya çıkarabilmektedir. Bu durumda genelde ihtilal ya da savaş gibi durumların sonucunda olabilmektedir. Seçilmiş olan sosyal düzenin devlet tarafından bazı araçlar ile yerine getirmesi gerekmektedir. Bu araçlardan ilki ve en önemlisi ülkede barış ve huzur ortamının sağlanarak korunmasıdır. Devletin bu aracı sağlayabilmesi için iç ya da dıştan gelebilecek her türlü tehdide karşı gereken önlemi almış olması gerekmektedir. Düzenli bir ordu kurularak düzeni bozabilecek herhangi bir durumda cezalandırıcı ve bu durumu önleyici araçları oluşturulmalıdır. Ayrıca barış ve huzurun korunması için ülkede bir hukuk düzeninin oluşturulması gerekmektedir. Ülke hukukunda yasalar ve tüzükler bulunmalıdır. Herkes kanun önünde eşit haklara sahip olmalıdır (Çam, 1999: 350). Liberal devlet görüşüne göre devlet, sadece ülkede adalet ve güvenlik amacı ile faaliyet göstermelidir. Sağlık ve eğitim sistemlerinin devlet tarafından yerine getirilmesi devlet faaliyetleri içerisinde değerlendirilmemektedir. Sosyalist görüşe göre ise devlet hem sosyal hem de ekonomik tüm konularda faaliyet göstermesi gerektiğini savunmaktadır. Sosyalist görüş devletin tüm alanlarda faaliyet göstermesi gerektiğini ve müdahil olması gerektiğini ifade etmektedir. Sosyal demokrat görüş ise sadece adalet, savunma ya da güvenlik konularında değil aynı zamanda sosyal alanlarda da devletin faaliyet göstermesi gerektiğini belirtmektedir. Devletlerin faaliyet gösterdiği alanlar o devletin bulunduğu coğrafya ve temel aldığı devlet ideolojisine ve rejimine göre farklılık göstermektedir. Fakat devletlerin bulunduğu coğrafyası ya da rejimi ne olursa olsun en temel faaliyeti devlet savunmasını sağlayarak, ülke güvenliğinin ve adaletinin sağlanmasıdır (Gözler, 2011: 383).

 


  • Devlet Egemenliği

 

              Devletler sağlamış oldukları meşruiyeti ve kurumsal kapasiteleri yoluyla elde ettikleri iktidarı devlet üzerinde yaşadığı topraklar parçasının tamamına uygular. Devletlerin sahip oldukları egemenlik ve otorite tüm ülke sınırı içinde mutlaktır. En üst otorite olması nedeni ile iç egemenliği devlet elinde tutmaktadır. Devletlerin egemenlik kavramı iç ve dış egemenlik olmak üzere iki türde ele alınır. Doğaları gereği devletler ulusal ya da uluslararası hiçbir otoriteye bağlı kalmazlar. Bunun nedeni devletlerin bağımız yapılarından kaynaklanmaktadır (Pazarcı, 2014: 148). Uluslararası düzenin sağlanmasında en önemli etkenlerden olan hukuk kurallarına uyulması zorunluluğu egemenli yetki devri anlamına gelmektedir. Yani devletler temel olarak hiçbir otoritenin denetimi altında olamazlar. Söz konusu bu egemenlik dış egemenlik olarak tanımlanmaktadır. Dış egemenlik, uluslararası sistemde tüm devletlerin egemen eşitliği ilkesine ve iç işlerine karışmama ilkesine dayanmaktadır. Bu ilkeler Birleşmiş Milletler tarafından da teyit edilmiştir. İç egemenliğin tanımı ise bir devletin ülkesi üzerinde yaşayan tüm vatandaşlarına hükmetme yetkisi ve gücüdür. Bu yetki hiçbir otoriteye bağlı olmadığı gibi hiçbir otoritenin kısıtlanmasına maruz da kalmaz. Devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkiye dayanmaktadır (Beriş, 2008: 64).



İKİNCİ BÖLÜM

 

  1. BAŞARISIZ DEVLET KAVRAMI

 

             Soğuk savaş döneminin sona ermesi ile birlikte devletlerin sahip oldukları egemenliklerinde bazı değişimler ve aşınmalar yaşanmıştır. Özellikle bu dönemden sonra uluslararası arenada uluslar arası aktörler konusunda bazı çalışmalar başlamıştır. Çünkü bu dönem sonrası mevcut aktörlerle birlikte yeni aktörler ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan demokratikleşme ve küreselleşme ile birlikte devlet dışı aktörlerin önemi artmaya başlamıştır. Soğuk savaş döneminde iki kutuplu sistemin mevcut olması nedeni ile bu kutuplar arasında ki rekabet yarışı dünya üzerindeki her toprak parçasının değerini artırmıştır. Öyle ki bloklar karşı kutupta yer alan aktörün öne geçmesini engellemek ve ülkelerin kendilerine bağlılıklarını artırmak için onlara hem askerî hem de ekonomik anlamda her türlü desteği sağlamışlardır. Bu nedenle bu ülkelerde ortaya çıkan sorunların ve iç çatışmaların bastırılmasında etkili olmuşlardır. Soğuk savaşın sona ermesi yeni sorunları ortaya çıkarırken bu şekilde üstü kapatılan sorunlarında açığa çıkmasına neden olmuştur. Devletlerin tanımları gereği yerine getirmeleri gereken görevleri yerine getirememeleri sebebiyle bazı yeni kavramlar kullanılmaya başlanmıştır. Bunlar; zayıf devlet, kırılgan devlet, çökmüş ve başarısız devlet şeklindedir. Bu terimler Batı tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Devletlerin kapasitesi, güvenliği ve kamusal hizmetlerinde ki yeterliliklerine göre belirlenerek tanımlanmaktadır. Bir ülkede sağlık hizmetlerinin tam olması, eğitimin gelişmiş olması ve halka sağlanan özgürlük ortamları ile sağlanan adil yargılama sistemi kamu hizmetlerinin başarılı bir şekilde yerine getirdiğinin göstergesidir (Beriş, 2008: 64). 1990’lı yılların başlarında Somali’de devletin sahip olduğu otoriteyi kaybetmesi sonrası başarısız devlet kavramı uluslararası disiplinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu konuda 1992 yılında “Foreign Pollicy” adlı dergide Ratner ve Helman tarafından yayınlanan başarısız devlet makalesi önemli bir çalışma olmuştur. Bu makalenin ardından ise 1995 yılında William Zartman tarafından “Çökmüş Devletler” kitabı yazılmıştır. Bu kitabın çıkış noktasını Weber tarafından ortaya atılan modern devlet tanımı oluşturmuş ve bu modern devlet anlayışına göre başarısız devletin tanımı yapılmıştır. Weber’in modern devlet anlayışına göre güç ve şiddet kullanabilen en üstün ve tek siyasî otorite devlettir. William Zartman da başarısız devlet tanımlamasını yaparken devletin en temel unsurlarından olan güç kullanma yetkisini devlet dışı aktörlerin ortaya çıkması ile birlikte kaybettiğini bu nedenle güç kullanmada tek yetkili araç olma özelliğini kaybettiğini söylemiştir. Devletin sahip olduğu hakimiyeti kaybetmesi ve ülke bütünlüğünün sağlanmasına yönelik otoriteyi kaybetmesi ülkede bölünmelere ve iç savaşlara neden olmuştur. Bu bölünmeler devlet içerisindeki devlet dışı aktörlerin güç mücadelesine girmesine neden olmuştur.

 

            Bazı kuruluşlar başarısız devletlere yönelik olarak bir takım rapor ve analizler sunarak devletlerin başarısızlıklarını ölçmeye çalışmışlardır. Bu konu ile ilgili çalışma yürüten kuruluşlar şu şekildedir (Özpek, 2016: 695):

  • Uluslararası Para Fonu (IMF)
  • Dünya Bankası
  • İngiltere Uluslararası Kalkınma Dairesi (DFID- Depertmant for Internatıonal Development)
  • İngiltere merkezli bir araştırma merkezi CRSC (Crisis States Research Center)
  • Barış Fonu (Fund For Peaca)

 

            Bunun gibi birçok kurum ve kuruluşların oluşturduğu veri ve analizlere göre devletlerin başarısızlık kriterleri belirlenmektedir. Bu kuruluşlar arasında yaptığı çalışmalar ile en çok tercih edilen kuruluş Barış Fonu’dur. Aşağıda yer alan tabloda da Başarısız Devletler Endeksine göre en başarısız olan 10 ülkeye yer verilmiştir (Öğüt, 2013: 68).

 

 

Tablo 1: 2016 Başarısız Devlet Endeksi

  2016 Kırılgan Devletler Endeksi Toplam Demografik Baskılar Mülteciler, Yerinden Edilmiş Kişiler Gruplar Arası Çatışmalar Beyin Göçü Eşitsiz Kalkınma Fakirlik, Ekonomik Gerileme Devletin Meşruiyeti Kamu Hizmetleri İnsan Hakları Güvenlik Aygıtı Elitler Arası Kutuplaşma Dış Müdahale
1 Somali 114,0 9,7 9,7 9,4 9,5 9,3 9,0 9,5 9,0 9,7 9,7 10,0 9,5
2 Güney Sudan 113,8 9,9 10,0 9,9 6,6 9,0 9,3 9,7 10 9,7 10 9,7 10
3 Orta Afrika Cumh. 112,1 8,7 10,0 9,3 7,2 9,9 8,6 9,8 10,0 9,9 9,2 10,0 9,5
4 Sudan 111,5 9,0 10,0 9,3 7,2 9,9 8,6 9,8 10,0 9,9 9,2 10,0 9,9
5 Yemen 111,5 9,5 9,6 9,5 7,5 8,4 9,4 9,4 9,3 9,4 10,0 9,5 10
6 Suriye 110,8 8,4 10,0 10,0 8,6 7,4 7,8 10 8,9 9,8 10 9,9 10
7 Çad 110,1 9,9 9,8 8,5 8,9 9,3 8,0 9,2 9,8 9,3 9,1 9,8 8,5
8 Dem. Kongo Cum. 110,0 9,1 9,7 9,7 6,8 8,9 8,1 9,3 9,7 10 9,2 9,8 9,7
9 Afganistan 107,9 9,5 9,5 8,6 8,4 7,5 8,5 9,1 9,6 8,7 10,0 8,6 9,9
10 Haiti 105,1 9,2 7,9 6,7 9,0 9,5 8,9 9,4 9,4 7,7 7,9 9,6 9,9

Kaynak: Barış Fonu Başarısız Devlet Endeksi

 

 

 

Tablo 2: 2010-2015 Başarısız Devletler Endeksine Göre Başarısız İlk 10 Ülke

Yıl-Sıra 2010 2011 2012 2013 2014 2015
1 Somali Somali Somali Somali Güney Sudan Güney Sudan
2 Çad Çad Kongo (D.C) Kongo (D.C) Somali somali
3 Sudan Sudan Sudan Sudan Orta Afr. Cum. Orta Afr. Cum.
4 Zimbabve Haiti Çad Çad Sudan Kongo (D.C.)
5 Kongo (D.C.) Haiti Çad Çad Sudan Kongo (D.C.)
6 Afganistan Zimbabve Zimbabve Yemen Çad Çad
7 Irak Afganistan Afganistan Afganistan Afganistan Yemen
8 Orta Afr. Cum. Orta Afr. Cum. Haiti Haiti Yemen Suriye
9 Gine Irak Yemen Orta Afr. Cum. Haiti Afganistan
10 Pakistan Fildişi Sah. Irak Zimbabve Pakistan gine

 


 


  • Uluslararası ve Yapısal Nedenler

 

            Ekonomik olarak az gelişmiş ya da gelişmemiş ülkelerin çoğu başarısız devlet olarak kabul edilmektedir. Ülkelerin gelişmişlik seviyeleri ülkesel iç faktörlerin yanında kapitalist küresel ekonomik sistemin neden olduğu ülkeler arası bağımlılık ilişkisi de etkili olmaktadır.  Kapitalist sistemin sonucu olarak ortaya çıkan merkez, yarı çevre ve çevre ilişkisi devletlerin ekonomileri üzerinde oldukça etkilidir. Ülkelerin ekonomileri üzerinde etkili olan bu üçlüden sistemin denetimi merkezdedir ve sanayi ve teknolojik anlamda en ileri olandır. Çevre olarak nitelendirilen ülkeler ise emeğin yoğun olduğu, hammadde üreten tarım ülkeleridir. Az gelişmiş ülkelerin hammadde ve pazarları gelişmiş ülkeler tarafından kontrol altındadır. Çeşitli uluslararası aktör ve yatırımlar ile gelişmiş ülkeler gelişmemiş ülkeleri kendilerine bağlarlar. Merkezden çevreye doğru artı değer söz konusudur (Demir, 2014: 113).

Devletlerin başarısız olarak sınıflandırılmasında etkili olan bir diğer faktör de sömürgeciliktir. Bir ülkenin din ve dilinin istismar edilerek milliyetçilik anlayışını ortadan kaldırarak o ülkenin halkını kontrol altına alınmasını amaçlayan faaliyetler sömürgecilik olarak tanımlanmaktadır. Sömürgeyi gerçekleştiren ülkeler, sömürülen ülkelerin doğal kaynaklarını ve hammaddeleri üzerinde uzun yıllar hakimiyet kurmuşlardır. Yıllar boyunca Avrupa’da bulunan gelişmiş ülkeler dünyanın birçok yerinde bulunan ülkeler üzerinde sömürge yönetimleri kurmuşlardır. Her ne kadar II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte sömürgecilik son bulmuş olsa da hala araç ve yöntem olarak devam etmektedir (Akdemir, 2004: 43). Küreselleşmenin II. Dünya savaşı sonrası önem kazanması ile birlikte devletlerin başarısızlıkları üzerinde etkili olmuştur. Küreselleşme ile birlikte ülkelerin teknolojik gelişmeler yaşaması, iletişimin hız kazanması ve internetin önemli bir hale gelmesi ulus devletlerde egemenlik sorununa neden olmuştur. Ülkelerin askerî olarak gelişmişliği sadece kara ve sınırların güvenliği yeterli olmamaktadır. Artık ülkelerin askerî olarak gelişmiş olmaları için gelişmiş teknoloji ile savunma stratejileri geliştirmeleri gerekmektedir. Ülkelerin coğrafyası, tarımsal etkinliğin sağlanması, elverişli iklim şartları ve kamusal hizmetlerin sunulması üzerinde etkili olabilmektedir. Devletlerin üzerinde bulunduğu coğrafya onlara hem askerî hem ekonomik hem de stratejik olarak avantajlar sağlayabilmektedir. Fakat bir ülkenin coğrafyası bunun için elverişli değil ise dışarıdan hem ekonomik hem de siyasî etkilere maruz kalabilmektedir (Demirci, 2005: 5).

 

 

  • Siyasî ve Kurumsal Nedenler

 

           Devletlerin başarısız olmalarında etkisi olan bir diğer kavram da Patriomonyalizm kavramıdır. İngilizcede “Patrimony” kavramından gelen bu kavram kilise malı, babadan miras, aile mülkü anlamlarına gelmektedir. Bu kavram, yönetimin iktidar tarafından geleneklere göre yönetildiği ve merkezi yönetimin egemen gücün elinde bulundurduğu siyasal toplumsal örgütlenmelerdir. Bu tarz yönetimlerde yönetme yetkisi sadece iktidara aittir. Ülkede kurum ve kişi yerleştirmeleri liderin tercihi doğrultusunda yapılmaktadır. Patrimonyal ilişkiler devletlerin işleyişlerini ve karar alma mekanizmalarını etkilemektedir. Bu sistem çıkar ilişkisine dayanmakta ve halk çıkarına göre hareket etmektedir. Çıkar ilişkisinin egemen olduğu bu sistemde güvensizlik çok fazla yaşanmaktadır (Demirci, 2005: 8). Devlet kurumlarında şişme, hantallık, aşırı maliyetlerde devletlerin hizmetleri ulaştırmasının önünde sorun teşkil edebilmektedir. Modern devletin en önemli görevlerinden biri olan kamu hizmetleri sunması ülkenin huzur ve güvenliğinin sağlanması ve adaleti tesis etmesi beklenmektedir. Bu sebeple ülkeler bürokratik yapılanmaları uygulamaktadırlar (Doğan, 2011: 200).




  • Toplumsal Nedenler

 

            Devletlerin toplumsal ilişkilerin sağlam ve güçlü olması devletlerin otorite ve meşruiyetini artırmaktadır. Bir devletin toplumsal ilişkilerinin bozuk ve düzensiz olması devletlerin başarısız olmasına neden olmaktadır. Başarısız devletlerde devletin koymuş olduğu düzenleyici kuralları devletin ihtiyaçlarının karşılanmasında tam etkili olamamaktadır. Çünkü başarısız ya da zayıf devletlerde ülke içerisinde bulunan ve iktidarın otoritesinden uzaklaşmış grupların bulunması, kimlik parçalanması gibi nedenler devletlerin meşruiyetinin olumsuz etkilenmesine neden olmuştur. Nüfusun ve yoksulluk oranlarının fazla olduğu az gelişmiş ülkelerde ki artan nüfus, kentleşme ve istihdam sorunlarına neden olmuş ve devlete ek yük oluşturmuştur. Devletlerin bu yükleri karşılayacak güçte olamaması toplum içerisinde devlet otoritesinin sarsılmasına neden olacaktır. Bu durum ise ülke içerisinde şiddeti artıracak ve kanun dışı faaliyetlere neden olacaktır. Ayrıca ülkede yaşanan iklim değişikliğine bağlı doğal afetler de ülkelerin başarısızlıklarının artmasına neden olan bir durumdur. Küresel ısınma doğal kaynaklarının azalmasına neden olmuş bu durum tarım alanlarının azalmasına, kuraklık ve çölleşmeye neden olmuştur. Bu durumlar, insanların yaşamlarını etkilediği gibi bunun sonucunda ortaya çıkacak toplumsal ve ekonomik sorunlar ülkelerin kırılgan meşruiyetlerini sürdürme noktasında zorlanacaktır (Bingöl, 2016: 149).

 


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

  1. BAŞARISIZ DEVLET OLARAK LÜBNAN ÖRNEĞİ

 

            Başarısız devlet dediğimizde uluslararası ilişkilerde ilk akla gelen terimler: Tehdit, Şiddet, çatışma, Çevre Kirliliği, Savaş, Terörizm, Yasadışı Göç ve Etnik Sorunların içinde yaşayan bir ülkedir. Ayrıca, başarısız devlette bütün güvenlik çeşitleri: Birey Güvenliği, Ekolojik Güvenliği, Ekonomik Güvenliği, Sağlık Güvenliği, Demografik Güvenliği, Doğal Kaynakların Güvenliği, Enerji Güvenliği ve Gıda Güvenliği yok olduklarını ya da yetersiz haline görmektedir. Mevcut zamanında başarısız kabul edilen devletler için kullanılan kavram vakıf; failed state sınıflandırmasında, sosyal, ekonomik ve siyasal olmak üzere üç ana başlık altında topladığı gösteriyor. Başarısız devlet kavramı da düşkün devlet, güçsüz devlet olarak kullanmaktadır. Çalışmamızın bu bölümünde başarısız devlet tanımlamasında Lübnan örneği ele alınarak incelenmiştir.


 


  • Başarısız Devlet ve Egemenlik-Toplumsal Rıza İlişkisi


            Devletler, halkın güvenliği, düzeni, refahı ve ülkedeki hukuksal düzenin varlığı için birçok siyasal fayda sağlarlar. Başarısız devlet olarak tanımlanan devletler ise söz konusu faydaların hiçbirini halkına sunamazlar. Devlet olmanın sorumluluğunu yerine getiremeyen başarısız diğer bir deyişle kırılgan devletler ülkenin güvenini sağlayabilmek için ve dışarıdan gelecek her türlü saldırıları caydırmak için gerekli araçlara sahip olamazlar. Başarısız devletler kendi topraklarında gerekli otoriteyi sağlayamadıkları için ülkede bir otorite boşluğu buna bağlı olarak da güç boşluğu ortaya çıkmaktadır. Devletlerin başarısız olmalarındaki temel neden, devletin sahip olduğu egemenlik gücünü kullanamamasıdır. Devletin sahip olduğu gücü kullanmaması ülke içerisinde istikrarsızlığa hatta anarşiye yol açmaktadır. Diğer bir ifade ile başarısız ya da kırılgan devlet iç egemenliği sağlayamayan devlettir. Bu sebeple başarısız devletlerin temel belirleyicisi iç egemenliktir. İster ülke içinde olsun ister uluslararası alan olarak tanımlanan dışta olsun egemenlik, baskı kabiliyetinin bir ürünü değildir ancak, karşılıklı tanımayı gerektirir. Tanımanın iki kaynağı arasında fark bulunmaktadır ve bu fark önemlidir. İç egemenlik ülkedeki iç düzenlemeyi gerektirirken, dışta sağlanan egemenlik uluslararası politikada tanınmayı esas alır. Her iki tür egemenlik de birbirinden ayrı olarak gelişebilir. İç egemenlik ile devlet ve toplum arasındaki ilişkiye işaret edilmektedir. İç egemenliğin temelinde otorite yatar. Otorite de kaynağını toplumsal rızadan alır. Otorite, toplumun onu kabul edip içselleştirmesiyle var olur ve meşruiyetini elde eder. Bu şekilde, rıza, katılma ve meşruluk ne kadar yüksek ise, devletin amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik kontrolün kurulması da o kadar mümkün olur. Devletin güçlü olması daha doğrusu başarılı bir devlet olması, o ülkenin özerkliği ve toplumdan aldığı destek ile yakından ilgilidir. Devletin halkın desteğini alabilmesi için ülkede toplumsal girişimler gerçekleştirmesi gerekir. Bu durumun sağlanabilmesi için de meşruluk, rıza ve katılma gerekmektedir. Toplumun rızası olmadan devletin gücünden bahsedemeyiz. Toplumun rızası ile devletin gücünün birleşmesi ile devletin gücü oluşur (Barry, Çev: Erdoğan, 2003: 108).


 


  • Lübnan’da Devlet Egemenliğinin Önündeki Sosyal Yapı

             Lübnan’da cemaatler üzerine kurulu olan bir toplumsal yapı bulunmaktadır. Lübnan Devleti’nin içinde cemaatler bağımsız olarak var olmaktaydı. Bu cemaatin liderlerine ise “Zaimler” denilmektedir. Zaimler Lübnan Devleti’ni yöneten yöneticilerin varlığını kendi haklarının tanındığı sürece kabul etmişlerdir. Bu şekilde cemaatler, devlet yönetiminin kendi varlıklarının önüne geçmesini engellemişlerdir (Fırro, 2004: 267). Ülkede din ve mezhep temeline dayanan siyasal partilerde Zaimlerin istek ve beklentilerine göre yapılanmaktadır. Ülkedeki siyasal görüş ayrılıklarının nedeni bireylerin sahip oldukları ideoloji değil yaşadıkları aile ve bağlı oldukları dine göre şekillenmektedir. Lübnan’da bulunan aileler sürekli olarak kendi güçlerini devlet otoritesinden üstün tutmuşlar bu nedenle aileler arasında sürekli bir güç mücadelesi yaşanmıştır. Bu aileler Hristiyan ve Müslüman olarak iki farklı dinden olan kişilerdir. Müslüman olan ailelerin başlıcaları; Dürzi Canpolat, Karami, Selam, Berri ve Sulh’tur. Hristiyan olan ailelerin başlıca ise Chamoun, Edde, Huri, Cemayel’dir (Acar, 1989: 3).


 


  • Toplumsal Rızanın Oluşamamasının Siyasal Nedenleri

             Lübnan’da güçlü bir devlet egemenliğinin sağlanamamasının temel nedeni ülkede kurulan mevcut siyasal sistemlerin halkın tamamını temsil edecek yapıda olmaması ve toplumsal rızanın alınmadan kurulmasıdır. Ulusal Pakt’ın 1943 yılında kurulması ile birlikte Parlamento içerisinde ki temsil oranı Hristiyanlar lehine değişmiştir. Bu pakt ile birlikte Lübnan Devleti’nin Cumhurbaşkanı Hristiyan Maruni, Başbakan Sünni Müslüman, Meclis Başkanı da Şii Müslüman olmuştur. Siyasal yönetimde Müslüman Dürzilerin nüfusunun azınlıkta kalmasından dolayı ülkede politik bir ayrıcalık elde edememişlerdir. Oluşturulan bu yeni siyasal düzenle ile birlikte Lübnan “çoğulcu siyasal sistemi benimsemiştir. Bu pakt ile birlikte ülkede hükümet ve yönetim faklı dine mensup cemaatler tarafından paylaştırılacaktır. Bu paylaşım siyasî iktidar gücünün sürekli Hristiyanlarda olacak şekilde paylaştırılmıştır (Sander, 1982: 222).

 

           Ulusal Paktın oluşturulmasında Fransa garantör ülke olmuş, parlamentoda ki nüfusun büyük çoğunluğunun Hristiyanlardan oluşmasına özen gösterilmiş ve yönetimde Hristiyanların güçlü olması istenmiştir. Bu düşünce esas alınırken ilerleyen yıllarda nüfustaki değişiklikler baz alınmamıştır. Fakat ilerleyen yıllarda Müslüman nüfusun artması çoğulcu siyasal sistemin önemini yitirmesine neden olmuştur. Çünkü nüfusta ki Müslüman sayısının artması parlamento ve yönetime yansıtılmamıştır. Artan Müslüman nüfusuna rağmen hala ülkede yaşayan halk azınlıkta olan Hristiyan yöneticiler ile yönetilmiş ve devlet meşruiyetini kaybetmiştir. Lübnan Devleti’nin 1920 yılında kurulmasından beri ülkenin ekonomik ve siyasal gücü manda yönetimleri sırasında Fransızların korumasında olan Marunilerin elindeydi. 1943 yılında Ulusal Paktın imzalanması ile birlikte ülke içindeki Marunilerin üstünlüğü ve ayrıcalıklı yapısı daha da belirgin hale gelmiştir. Cumhurbaşkanlığından ziyade ülkenin resmi görevlerinin büyük bir kısmı Marunilere geçmiştir (Acar, 1989: 30). 1958 yılında ülkede yaşanan kriz toplumun ülke yönetiminden rahatsız olduğunun ilk yansımasıdır. 1958 krizi ülkedeki cumhurbaşkanlığı sorunu nedeni ile ortaya çıkmıştır. Bu kriz sonrası Amerika Birleşik Devletleri Lübnan’a asker göndermiştir. Amerika’nın asker yardımı ile ülkedeki kriz yayılmadan sona erdirilmiş fakat buna rağmen ülkede devlet egemenliği ile ilgili sorunları ortadan kaldıramamıştır. Toplumsal düzen, refah ve sükuneti sağlamakta güçsüz olan Lübnan Devleti, ülkesindeki güvenliğin sağlanması için başka bir devletten yardım talep etmiştir. 1970’lerde Sünniler, Şiiler ve Dürzilerden oluşan Müslüman topluluğun sayısı Hristiyanların sayısından daha fazlaydı. Müslüman grupların liderleri, Hristiyan topluluğun elinde bulundurduğu mevcut iktidarın böyle bir güce sahip olmadığı görüşündeydiler. Müslümanlar lehine siyasal ve ekonomik açıdan yeni düzenlemelerin yapılması gerekmekteydi. Ülkedeki din ve mezhep grupları arasında oluşan sosyal ve ekonomik eşitsizlik ve dengesizlikler de, 1975 iç savaşının önemli nedenlerinden birini oluşturmuştur. Ulusal Pakt ile getirilen çoğulcu siyasal sistem demografik yapıyı yansıtmıyordu. Bu siyasal sistemin değiştirilmesinden yana olan Müslüman gruplar ile Status Guo’dan yana olan Hristiyanların anlaşmazlığı 1975 iç savaşının siyasal yönünü oluşturmuştur. Ülke içindeki Filistinli grupların ve mültecilerin varlığı da önemli bir anlaşmazlık konusu hâline gelmiştir (Fırro, 2004: 270). Taif Antlaşması’nın 1989 yılında imzalanması ile birlikte siyasal sistemde yaşanan eşitsizlikler bir nebzede olsa giderilmeye çalışılmıştır. Ülkenin siyasal görevleri ve bakanlıklar Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında eşit olarak paylaştırılmıştır. Meclis başkanlığı görevi yine Şiilerde kalmış ve görev süreleri iki yıldan dört yıla çıkarılmıştır. Ayrıca daha önceki bölümde bahsettiğimiz Hristiyanların çoğunluğunun esas alındığı sistem kaldırılarak Hristiyanlar ile Müslümanların eşit haklara sahip olması kararlaştırılmıştır. Fakat bu gelişmeler ve düzenlemeler Müslüman çoğunluğu tatmin etmemiştir.


 

  • Toplumsal Rızanın Oluşamamasının Sosyo-Ekonomik Nedenleri

           Lübnan’da dinsel ve mezhepsel farklılıklar neticesine göre belirlenen ekonomik yapının neden olduğu dengesizlikler toplumda genel olarak refahın ve toplumsal düzenin oluşmasını engellemiştir. Avrupa ile Orta Doğu arasında gerçekleşen ipek ticaretinde tampon bölge konumunda olan Lübnan’ın ekonomik gücü Marunilerde idi. Maruniler, manda yönetimi döneminde Fransa ile ilişkilerini geliştirerek iyi ilişkiler kurmuşlar ve Vatikan ile de dostça ilişkiler geliştirdiler. Kendilerine bu dönemde tanınan ayrıcalıklar sayesinde Maruniler Lübnan’ın en zengin topluluğu oldular. Lübnan bağımsızlığını kazandıktan sonra ülkede en zengin konumunda olan Maruniler ülkenin endüstri ve ticaretin büyü bir kısmına hakîm olmuşlardı (Sander, 1982: 250). Ülke nüfusunda yoksul olan kesim Sünniler ve Şiilerdi. Zengin Maruniler ile fakir Sünni ve Şii’ler arasındaki gelir farkı zamanla oldukça artmıştır. Gelir dağılımında, vergilendirme yoluyla yeniden ve adil bir düzenleme yapılması ve yoksul Müslümanların sosyal hizmetlerden daha fazla yararlanmasının sağlanması gerekmekteydi. Mezhepsel farklılıklara göre ülkedeki gelir dağılımı 1975 yılında yaşanan iç savaşa kadar oldukça belirginleşmiştir. Bu yıla kadar enginlik ve fakirlik ülkede en diplerde yaşanmıştır. Ticaret, bankacık ve sanayi dallarında faaliyet gösteren Maruniler ülkedeki en zengin kesimi oluştururken, tarım sektöründe ağırlıklı çalışan Şiiler ise en fakir nüfusu oluşturmaktaydı. Tüm bunların yanında ülkede üretimin gerçekleşmemesi, yabancı sermaye il geçimini sağlayan bir ekonomiye sahip olan Lübnan ülkedeki sosyo ekonomik sorunları çözememiş tam tersi yeni sorunların yaşanmasına neden olunmuştur. Ayrıca o dönemlerde yaşanan altı gün savaşına Lübnan hiçbir şekilde katılmamış fakat bu savaşın etkilerinden olumsuz etkilenmiş ve turizmden elde edilen gelir %26 oranında düşüş göstermiştir (Heiberg, 1987: 34). Ekonomik anlamda dengesiz bir yapıda olan Lübnan’da iç savaş öncesi yaşanan zayıf ekonomi ve yüksek kırılganlık savaşın yaşanmasını tetiklemiştir. Ülke ekonomisinde tarım sektörü arka plana itilmiş üretim gerçekleşmemiş ve bankacılık, eğlence ve turizm sektörlerine ağırlık verilmiş fakat bu sektörlerde yer alan hizmet sektörü ülkedeki ekonomik kırgınlığın artmasına neden olmuştur. Ayrıca bankacılık sektöründe istikrarsız ekonomik yapının yaşanmasından hemen sonra yabancı bankaların elinde bulunan sermayeler ülkeyi terk etmiş ve ülkede ekonomik çöküntünün yaşanmasına neden olmuştur. Ülkede yaşanan iç savaş sonrası yabancı bankalar Lübnan’dan taşıdıkları şubelerini Bahreyn ve Kuveyt’e yerleştirmişlerdir. İç savaş sonrası ekonomik yapılanmaya önem verildi ancak, kamu finansmanındaki bozulma çok fazlaydı. Bu da önemli ölçüde, merkezî hükûmet otoritesinin eksikliği nedeniyle zayıf ve etkisiz vergi sisteminden kaynaklanmıştı. Hariri’nin güvenlik konusuna ağırlık vermesi ise ekonomi konusunda istenilen başarının sağlanamamasına neden oldu. Gelir dağılımında düzelme olmadığı gibi ülkenin yoksul kesimini oluşturan Şii ağırlıklı Müslümanlar daha da yoksullaştı. Yapılan tüm reformlara rağmen eşitliğe dayalı, dengeli bir ekonomi oluşturulamadı. Beyrut dışındaki bölgeler de ekonomik kalkınma dışında kaldı (Acar, 1989: 35). Lübnan’ın ekonomik olarak ülke kalkınmasını gerçekleştirememesi Hizbullah’ın Şii bölgelerde hüküm sürmesine neden olmuştur. Şii toplumlar içerisinde yer alan Hizbullah bu topluluklar için sosyal ve ekonomik hizmetler sunmuş ve günümüzde de halen devam etmektedir. Hizbullah tarafından kurulan, klinikler ve eczaneler her gün birçok kişiye hizmet vermektedir. Ayrıca Lübnan’ın Güneyinde ve Bekaa vadisinde ve Güney Beyru’ta Hizbullah örgütünün hastaneleri bulunmaktadır. Sağlık kadar eğitimde örgütün önem verdiği alanlardan olmuştur. Bu amaç doğrultusunda Lübnan’da cami ve okul inşa edilerek hizmete açılmıştır. Egemenliğini tam olarak tesis edemeyen bir devletin topraklarında Hizbullah ile ayrı bir örgütlenme biçimi doğmuş ve bölgedeki diğer örgütlere bir model oluşturmuştur (Zisser, 2002: 143).


 

  • Güvenliğin Tesis Edilememesi

            Ekonomik ve toplumsal açıdan ülke kalkınmasını gerçekleştiremeyen Lübnan yönetimin ülkenin güvenliğini ve kontrolünü sağlamada da yetersiz kalmıştır. Ülke güvenliği ve kontrolünün sağlanamaması sonrası ülkede birçok silahlı grup ortaya çıkmıştır. Bu gruplar arasında yaşanan silahlı çatışmalardan ziyade bu gruplar tarafından komşu ülke topraklarına da silahlı saldırılar gerçekleşmiştir. Lübnan hükümetinin kendi ülkesindeki güvenliği sağlayamamasında en büyük örnek Lübnan topraklarına giren Filistinlilerdir. Filistinli mülteciler ve bunlara bağlı örgütler, 1948 yılında yaşanan savaş ile birlikte Lübnan topraklarına kaçmaya başlamışlardır. İlerleyen yıllarda Lübnan topraklarına sığınan Filistinli mültecilerin sayısı 100.000’i bulmuştur. Hatta öyle ki zaman içerisinde Filistinli mültecilerin sayısı Lübnan nüfusunu geçmiştir. 1967 yılında ortaya çıkan Arap-İsrail savaşları ile birlikte Lübnan’da yaşayan Filistinli örgüt ve gerillaların sayılarında ve faaliyetlerinde artış yaşanmıştır. Bu tarihten sonra Lübnan’a Filistinli mülteciler gelmeye devam etmiş ve bu bölgede İsrail’e karşı saldırıda bulunan Filistinli örgütlere destek olmuşlardır (Zisser, 2002: 143). Ülkede bulunan ordunun yetersiz ve etkili olamaması da ülkenin güvenliğini sarsan ve egemenliğini olumsuz yönde etkileyen bir diğer problemdir. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1970 yılından itibaren bölgede sürdürdüğü silahlı saldırıları Lübnan ordusunun denetleyememesi, İsrail’in Beyrut’a saldırmasına neden olmuştur. Bu durum da ülke içindeki huzursuzlukların artmasına neden olmuştur. Lübnan Devleti’nin güney bölgesinde askerî bir güvenlik bulunmamaktaydı ve devlet kontrolünde değildi. Bu nedenle Filistinlilerin bu bölgeye yerleşerek İsrail’e silahlı saldırılarda bulunması kolay olmuştur. Filistinliler tarafından Lübnan topraklarından İsrail’e silahlı saldırıların gerçekleşmesi ve Lübnan ordusunun bu saldırılara sessiz kalması İsrail’in Lübnan bölgesini işgal etmesine gerekçe olarak gösterilmiştir. Bu işgallere Lübnan karşı koyamamıştır. Çünkü karşı koyacak askerî ve ekonomik gücü bulunmamaktadır. Bu nedenle ülkenin güneyinde yaşanan saldırıları durdurarak bu bölgede barış ve güvenliğin sağlanabilmesi için Birleşmiş Milletler Lübnan’a yarım etmiştir (Robinovich, çev. Avşar, 2004: 230).1969 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ile Lübnan arasında Kahire anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile birlikte Lübnan’da bulunan Filistin mülteci kamplarının kontrolü Filistin Kurtuluş Örgütü’ne verilmiştir. Filistin Kurtuluş Örgütü’ne verilen yetkiler ile Lübnan Devleti’nin kendi bölgesindeki yetkileri kısıtlanmıştır. Artık Lübnan hükümeti kendi topraklarında egemenliğini tam olarak kullanamamaktadır. 1975 iç savaş sırasında ülkede kaos hâkim olmuş her grup kendi silahlı örgütlenmesini kurmuş ve Hristiyan ve Müslüman milisler arasındaki çarpışmalar önlenemez hâle gelmiştir. Devletin güvenlik güçleri çıkan çatışmalara müdahale etmede yetersiz kalmış, hatta ordunun bir kısmı sol Müslümanlar ile ittifak yaparken bir kısmı da sağ Hristiyanlar ile birlikte mücadele etmiştir. Bu dönemde ülkede sorun olarak ortaya çıkan bir diğer durum ise terörizmdir. Ülkede güvenlik güçlerindeki yetersizlikler ortaya çıkan terör sorunu ile mücadele edilmesini engellemiştir. Ülkede toprak bütünlüğünü sağlayamayan ve güçlü bir ordusu bulunmayan Lübnan, 1976 yılında Suriye’nin topraklarına silahı asker yardımı yapmasını kabul etmiştir. Bu şekilde Lübnan iç egemenliğini yitirme noktasına gelmiştir. Suriye’nin göndermiş olduğu silahlı kuvvetler, Lübnan’ın birçok bölgesi gibi Bekaa Vadisi’ne de hakîm olmuşlardır. Suriye ve İran, Beka ve Baalbek’te, başta Filistinli örgütler olmak üzere Hizbullah, Hamas, Asala, PKK, Abu Nidal, İslami Cihad, Japon Kızıl Ordu, gibi pek çok örgüte eğitim, finansman, lojistik destek ve benzeri şekilde yardım temin etmek suretiyle hamilik yapmış, terörizmin yayılmasını sağlamıştır (Armaoğlu, 1994: 496). 1985 yılına kadar Saad Haddad Lübnan’ın güneyini kontrol etmiştir. 1985 yılından sonra ise Güney Lübnan Ordusu bu bölgenin kontrolünü almıştır. Söz konusu her iki yapılanmada İsrail desteği almaktadır. Lübnan’ın güney bölgesinde yaşanan bu durum Hizbullah’ın bölgeye gelmesine kadar devam etmiştir. Hizbullah’ın güçlü ve silahlı örgütlenmesi Suriye ve İran tarafından desteklenmiştir. 2006 yılında Hizbullah’ın İsrail’e saldırması İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi için üçüncü gerekçe olmuştur. Hizbullah ile İsrail arasında Lübnan topraklarında yaşanan savaşta Lübnan’ın egemenliği ihlal edilmiştir. İki taraf arasında yaşanan savaşların ardından bölge güvenliğinin sağlanması için Birleşmiş Milletler bölgeye yerleşmiştir. O tarihten itibaren Birleşmiş Milletler Lübnan topraklarında varlıklarını devam ettirmektedirler (Armaoğlu, 1994: 537).


 

SONUÇ:


            Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden bu yana, uluslararası sistem ve uluslararası hukukun başarısız devletler bağlamında oldukça karmaşık sorunlarla karşı karşıya kaldığı açıktır.  Bu devletler kontrol dışı mülteci akını, uyuşturucu kaçakçılığı, organize suç, uluslararası terörizm, kitle imha silahları, ağır insan hakları ihlali gibi pek çok konuda bölgesel ve uluslararası güvenlik tehlikesi oluşturmaktadır. Bu ülke halklarının maruz kaldığı açlık, şiddet, tecavüz, iç savaş, soykırım gibi durumlar da ağır insani hak ihlallerine neden olmaktadır. Hatta bu devletlerin kendisi, vatandaşları için tehlike oluşturmaktadır.  Bu yüzden uluslararası politika ve uluslararası hukuk, Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana başarısız devletlerle ilgili çözüm arayışlarını sürekli olarak geliştirmek durumunda kalmıştır. Bir ülkede devlet egemenliği o ülkede yaşayan toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edilmelidir. Eğer bir halk devlet idaresini ya da otoritesini tanımıyor ise devlet otoritesi ile bu otoriteyi ellinde bulunduran iktidar arasında problem vardır demektir. Ülkesinde yaşayan halkı temsil edemeyen ya da temsil ediyormuş gibi görünüp fakat halkı tatmin edemeyen bir iktidar, halk tarafından reddedilir ve devlet egemenliği büyük ölçüde zarar görür. Bu durum Lübnan’da da bu şekilde olmuş ve ülkede devlet egemenliği tam olarak sağlanamamıştır. Devlet egemenliğinin sağlanamaması Lübnan’ın başarısız devlet olarak nitelendirilmesine neden olmuştur. Lübnan’da yaşanan bu durum üç neden ile açıklanabilmektedir. Birincisi, Lübnan’da bulunan siyasal yapı ülkenin sosyal yapısını yansıtmamaktadır. İkinci neden, ülkede yaşanan sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin yanı sıra ülkede sağlam ve güçlü bir ekonominin bulunmaması, ekonomik olarak dışa bağımlı olması kırılgan olmasına neden olmuş ve toplumsal sorunlarda yetersiz kalmıştır. Zaimlik müessesesinin toplum üzerindeki etkisi de devletin kurumsallaşmasının önünde büyük bir engel teşkil etmiştir. Üçüncü neden ise ülke topraklarında güvenliğin ve kontrolün sağlanamamasıdır. Bu durum ülkede yabancı güçlerin egemen olmasına terör ve anarşinin yaşanmasına neden olmuştur. Lübnan’da güvenliğin olmaması bazı bölgelerin merkezi otoriteden yoksun olmasına ve bu bölgelerde bazı silahlı örgütlerin otorite kurmasına neden olmuştur. Lübnan’da tüm bunlara engel olacak ekonomik ve askerî gücün bulunmaması yine büyük güçlerin bölgede güvenliği sağlamasına neden olmuştur. İçeride güvenlik ve kontrolü sağlayamaması nedeniyle İsrail tarafından işgal edilmesi ve Suriye’nin ülkeye müdahale ederek etkisi altına alması devlet otoritesinin ülke içindeki yokluğunu daha da belirgin hâle getirmiştir. Ayrıca Bölge’de istikrarsızlığı körükleyen ve küresel güvenlik konusunda büyük bir tehlike arz eden Lübnan Devleti’nin başarısızlığının nedeni toplumsal mutabakattan yoksun olması ve bu nedenle de devlet egemenliğinin tam olarak tesis edilememesidir.


 

 

KAYNAKÇA


 

ACAR, İrfan C., (1989), Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, (Ankara).

ARMAOĞLU, F., (1994), Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948- 1988), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (Ankara).

AKDEMİR, A. Müslim, “Küreselleşme Ve Kültürel Kimlik Sorunu”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:3, Sayı:1, 2004.

BARRY, Norman P., (2003), Modern Siyaset Teorisi, Çev. Erdoğan, M., Şahin, Y., Liberte Yayınları, (Ankara).

BERİŞ, H. Emrah, “Egemenlik Kavramının Tarihsel Gelişimi ve Geleceği Üzerine Bir Değerlendirme”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 63, Sayı: 1, 2008.

BİNGÖL, Oktay, Başarısız Devletler Kavramlar, Nedenler ve Sonuçlar, Ankara: Barış Kitap, 2016.

ÇAM Esat, Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul: Der Yayınları, 6. Baskı, 1999.

ÇETİN, Halis, “Siyasetin Evrensel Sorun: İktidar Meşruiyeti-Meşruiyetin İktidarı”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 58 Sayı: 3, 2003.

DEMİRCİ, Ali, “Küreselleşen Dünyamızda Coğrafyanın Siyasal Gücü Ve Türkiye Ölçeğindeki Rolü”, Marmara Coğrafya Dergisi Sayı: 12, Temmuz- 2005.

DOĞAN, Necmettin, “Patrimonyalizm Kavramına Eleştirel Bir Yaklaşımı”, Liberal Düşünce, Yıl 16, Sayı 64, Güz 2011.

FİRRO, K., (2004), “Suriye, Lübnan ve İsrail’deki Dürziler”, Orta Doğu’da Etnisite, Çoğulculuk ve Devlet, Der. Esman, J. M.-Rabinovich, I., Çeviren: Avşar, Z., Avesta Ltd. Şti., (İstanbul).

GÖZLER, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Teorisi-Cilt I, Bursa: Ekin Kitabevi Yayınları, 2011.

HEİBERG, M, (1984), Lübnan Sorunu ve Gelecekteki Savaşlar için Uyarılar, Çeviren: Bagana, Z. B., Dış Politika, Dış Politika Enstitüsü, (Ankara), C. XI, S. 1.

KAPANİ, Münci, Politika Bilimine Giriş, Ankara: Bilgi Yayınevi, 17. Baskı, Eylül 2005.

ÖĞÜT, Selman, “Başarısız Devlet Kavramının İncelenmesi”, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 3, 2013.

ÖZLÜK, Erdem, Uluslararası İlişkiler Disiplininde Gelenekselcilik- Davranışsalcılık Tartışması ve Çağdaş Uluslararası İlişkiler Teorilerine Etkileri, Yüksek Lisans Tezi, Konya: Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006.

ÖZPEK, Burak Bilgehan, “Başarısız Devletler”, (edt), Şaban Kardaş, Ali Balcı, Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul: Küre Yayınları, 5. Baskı, Ekim 2016.

PAZARCI, Hüseyin, Uluslararası Hukuk, Ankara: Turhan Kitabevi, 13. Baskı, 2014.

PEHLİVAN, Ayşe, Machiavelli’nin Felsefesinde Yurttaş- Devlet İlişkisi, Yüksek Lisans Tezi, İzmir: Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010.

PLATON, Devlet Adamı (Çev.), Behice Boran ve Mehmet Karasan, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 2001.

SANDER, O., (1982), “Lübnan’daki Bunalımın Tarihsel ve Toplumsal Nedenleri”, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 37.

ZİSSER, E., (2002), “Silahlı Mücadele ve İç Politika Arasında: Hizbullah”, Radikal İslam, Der. RUBIN, B., ASAM – Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları (Ankara).